30 Aralık 2008 Salı

ÇARDAK AĞZININ BAZI ÖZELLİKLERİ.

İsmail Hakkı SAYIN
Genelde Türkmen ağızlarını, özelde de Çardak ağzını farklı kılan en önemli özellik, bazı kelimelerin telaffuzları ve vurgulamalarıdır. Söyleniş biçimlerini bazı özel işaretlerle yazıya dökmek mümkün olduğu halde, vurguları yazı ile ifade etmenin imkânı yoktur. Vurgular ancak dinlenerek kavranabilir. Ve ancak bir yöre ağzını bu şekilde taklit etmek mümkün olabilir.
Çardak ağzını da özel kılan bazı kelimelerin söyleniş biçimidir. Fiil çekimleri de Çardak ağzına özgüdür.

Çardak ağzı, Doğu Anadolu Türkçesinin özelliklerin taşır. Aşağıda da görüleceği üzere gerek fiil çekimleri, gerekse bazı kelimelerin söyleniş biçimleri bu görüşümüzü desteklemektedir. Örnek vermek gerekirse, Batı Anadolu ağızlarında, “peynir” denilirken, Doğu Anadolu ve Azerbaycan Türkçesinde “pendir” denilmektedir. Bu kelimelerle kastedilen nesne aynı, söyleniş farklıdır. Hatta kelimeler farklıdır. Yine, Batı Anadolu, “yıldız” derken, Doğu Anadolu ve Azerbaycan “ıldız” demektedir. Çardakta da bu söyleniş biçimi halen muhafaza edilmektedir. Bunun sebebini Çardak halkının tarihinde aramak icap eder. Akkoyunlu Türkmenlerinin tarihlerinde aramak icap eder. Bilindiği üzere Akkoyunlu devletinin yıkılışından ve akabinde Diyarbakır’ın Osmanlılarca fethinden sonra bölgede bulunan Akkoyunlu bakiyesi Türkmen Toplulukları, “Bozulus” adı altında teşkilatlandırılmıştır. Bu Teşekkülün yaklaşık yüz yıl sonra Batı Anadolu’ya göç etmesi ile Batı Anadolu’da konar göçer Türkmen toplulukları ve bilahare Türkmen köyleri görülmeye başlamıştır. Çardak Türkmenleri de bu teşekkülün mensuplarıdırlar. Konuştukları Türkçe de bundan dolayı Doğu Anadolu Türkçesi özellikleri taşımaktadır.

Çardak ağzının özelliklerini kavrayabilmek için, bu ağzın bazı hususiyetlerinden bahsetmek yerinde olacaktır.

Yıldız, yıldırım, yüz (surat anlamında) gibi bazı kelimelerde “y” sesi düşer. Kelime,
“ıldız, ıldırım, üz” vb. şeklinde söylenir.

Genizden gelen (n) sesi halen muhafaza edilmektedir. Bu sesi bu günkü alfabemizde i-
ifade eden bir harf bulunmamakla birlikte, Osmanlı alfabesinde, üzerinde üç nokta bulunan
“kef” harfi ifade etmekte idi. Ör;

1. Deniz, Yeni, Don (buz anlamında), Yalnız, Gen (yabani ot bürümüş tarla). Çelen, Ya-
naz. Bu kelime ler deki “n” sesleri genizden telaffuz edilir.

2. İkinci tekil ve ikinci çoğul şahıslarla ilgili ifadelerdeki “n” sesleri de genizden telaffuz
edilir. Bu takdirde “n” den bir önceki ünlü ses uzatılarak telaffuz edilir. Ör:

Geliyniz (Geliyorsunuz), Ohuynuz (okuyorsunuz), yazıynız vb.

Kökeni Türkçe olmayan ve “L”, “R” sesleri ile başlayan kelimelerin başına, ses uyumuna
göre istisnasız, ı, i, u, ü sesleri getirilir. Bu Takdirde kelimelerin söylenişleri şu şekli
alır;


İrecip; (Recep),

Iramazan; (Ramazan),

İremzi; (Remzi),

İlistir; (Roster, çelik veya bakır süzgeç anlamında),

İlaan; (Leğen),

Üleş; (leş)

Urum; (Rum)

Örüzger; (rüzgâr)

3. “b” ile başlayan kelimelerde ikinci ünsüz ses “n “ ise; kelime başındaki “b” sesi yumuşayarak “m” sesine dönüşür. Ör; Ben: Men, Boncuk: Muncuh, binmek: minmek vb.

4. Bazı kelimelerde ifadeyi kuvvetlendirmek için ortadaki ses şeddeli olarak telaffuz edilir. Ör; Sakız: Sakgız, Eşek: Eşşek, Sakal: sakgal, vb.

5. “ğ” sesi üzerine basarak telaffuz edilmez. Bu harfin geçtiği kelimelerdeki “ğ” sesi bir önceki sesli harfin uzatılması şeklinde telaffuz edilir. Ör: Dağ: daa, Geleciğik: geleciik (geleceğiz anlamında, fiil çekimi) vb.

6. Genel kural olmamakla birlikte bazı kelimelerdeki “u” sesi “ı” sesine dönüşür. Ör;
“yumurta: “yımırta”, hamur; "hamır" kelimelerinde olduğu gibi.

7. Kelime başında bulunan “d”, “g” gibi sesler, bazı kelimelerde sertleşerek “t” ve “k”
seslerine dönüşürler. Örnek: Giyim: kiyim, göynek: köynek, geyik: keyik, dikmek: tikmek, dökmek: tökmek, vb.


Biz, farklı bulduğumuz söyleyiş biçimlerini (telaffuzlarını) İstanbul Türkçesi ile karşılaştırarak vereceğiz. Ki, okuyucu kıyaslama imkânı bulabilsin, bizden sonraki nesiller de atalarının Türkçe’yi nasıl konuştuklarını anlayabilsinler.

Kelimenin Çardak Ağzı Söylenişi: İstanbul Ağzı Söylenişi :

Pendir, Peynir.

Pambıh, Pamuk.

Ürek, Yürek

Böğrek, Böbrek

Gurşah, Kuşak

Terevzi, Terazi

Ildız, Yıldız

Ildırım, Yıldırım

Üz, Yüz (Surat anlamında)

Eşgi, Ekşi

Gohuh, Kokmuş

Orasbı, Orospu

Fadıma, Fadime

İmmaanı, Ümmühan

Meemet, Mehmet

Ehmet, Ahmet

Alı, Ali

Arzı, Arzu

Irızgı, Rızık

Fatmaa’nim, Fatma Hanım

Hanim, Hanım

Anşa, Ayşe

İriyza, Raziye




FİİL ÇEKİMLERİ

Çardak Ağzı İstanbul Ağzı

1. Geçmiş zaman;

İstanbul ağzı ile hemen hemen aynı olan bu çekimde, yalnızca ikinci çoğul şahıs çekimi Çardak ağzına has özellik gösterir. Bir başka özellik de, ikinci tekil ve ikinci çoğul şahıs eki olan “n” sesinin genizden telaffuz edilmesidir.

Geldim, Geldim
Geldin, Geldin
Geldi, Geldi

Geldik, Geldik
Geldiiz, Geldiniz
Geldiler, Geldiler


Bu Çekim şekli Çardak ağzına özgüdür. Azerbaycan şivesindeki “gelibem, gelibsen vb.”
şeklindeki çekim ile aynı anlamdadır. Azerbaycan şivesindeki “b” sesi, Çardak ağzında “k” se- sine dönüşmüştür. “di” li geçmiş zaman çekiminden farkı, daha yakın bir geçmiş zamanı ifade etmesidir.

Geliğem -
Geliksen -
Gelik -

Geliyk (kullanılmaz) -
Geliksiz -
Gelikler -


2. Şimdiki zaman;

İstanbul ağzındaki “…yor” eki, Çardak ağzında “y” sesine düşmüştür.

Geliyem, Geliyorum
Geliyn, Geliyorsun
Geliy, Geliyor

Geliyk, Geliyoruz
Geliyniz, Geliyorsunuz
Geliyler, Geliyorlar.


3. Gelecek zaman;

Geleceem, Geleceğim
Geleceen, Geleceksin,
Gelecek, Gelecek

Geleciik, Geleceğiz
Geleceeniz, Geleceksiniz
Gelecekler, Gelecekler

4. Geniş Zaman

Gelirem, Gelirim
Gelirsen, Gelirsin
Gelir, Gelir

Gelirik, Geliriz
Gelirsiiz, Gelirsiniz
Gelirler, Gelirler.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Çardak Köyünde Yerleşim ve İlk Yapılar

ÇARDAK KÖYÜNDE YERLEŞİM VE İLK YAPILAR

Söylentilere bakılırsa, bugünkü Çardak’ın bulunduğu yerde yapılan ilk ev, Topaloğulları (diğer adıyla Koltukçulu) sülalesinin atası olan Hacı İsmail Ağa’nın oğlu Hacı İbrahim Ağa tarafından yaptırıldığı söylenen, iki katlı ve her katında tek oda bulunan hanay tipi basit bir evdir. Bu bina koltukçulu çeşmesinin yaklaşık 20, 30 metre kadar güney ilerisinde idi. Bu ev, binanın banisi olan Hacı İbrahim Ağa, geride mirasçı bırakmadan öldüğünden, kardeşi Veli Ağa’ya, onun da en küçük oğlu olan ve “Kör Ese” olarak bilinen İsa Üret’e ve sonra oğlu Hacı Şükrü Kaya’ya intikal etmiş, adı geçenin vefatından sonra da varisleri tarafından 1995 Yılında da yıktırılmıştır.

Yaklaşık 150 sene kadar ayakta kaldığını tahmin ettiğimiz bu binanın Çardak’ta inşa edilen ilk bina olduğu yolundaki rivayetler bize pek inandırıcı gelmemektedir. Çünki 1750’lerden sonra köy haline gelen Çardak, ahalisinin yüz yıl sonra dahi içinde yaşayacağı bir ev inşa etmeyi akıl edemeyip çadırda yaşamayı sürdürmesi bize pek mantıklı gelmemektedir. Bu insanlar, şüphesiz içinde barındıkları bazı evler inşa etmişlerdi, ancak inşa edilen bu konutlar konargöçer yaşam biçimini sürdüren ailelerin ihtiyacına göre ve derme çatma denilebilecek türden basit yapılar olsa gerektir. Nitekim bu tür yapılara ait bir kalıntı da günümüze intikal etmemiştir. Bu konuda elde herhangi bir belge bulunmadığından, tek dayanak, nesilden nesile nakledilen rivayetlerdir ki, doğruluğu hayli kuşkulu da olsa içinde bir miktar hakikat payı bulunduğunu düşünüyoruz. Konu bilimsel olarak araştırıldıkça hakikat ortaya çıkacaktır.

Bahsettiğimiz bu evin çevresinde, Hacı İsmail Ağa’nın çocukları da sonraki yıllarda evler yaptırmışlardır. Bu evler, ilk yapılan eve nazaran biraz daha kullanışlı olup üslup bakımından da olgunlaşmıştır. Hanay tarzında yaptırılan bu evlerin alt katları yazın dahi oldukça serin, loş ve ge-niş mekânlardır. Genellikle, un, bulgur, tarhana, peynir, yağ gibi erzakın depo edildiği büyük birer kiler mahiyetindedir. Üst kat ise, genellikle iki oda, hayat ve çıkartma gibi bölümlerden oluşmaktadır. Odalardan biri oturulup kalkılan sürekli yaşam alanı olarak kullanılmakta, diğeri ise, misafir odası olarak kullanılmaktadır. Hanay evlerin önlerinde oldukça geniş birer avlu bulun-makta, avlunun etrafı da, içerisi görülmeyecek yükseklikte avlu duvarı ile çevrilmektedir. Ahır, samanlık, ekmek evi gibi, bu tür evlerin mütemmim cüzlerinden sayılabilecek yapılar da avlunun içerisine belli bir plan dâhilinde inşa edilen kullanışlı ama oldukça basit yapılar olarak göze çarpmaktadır. Evlerin girişleri hep avludan yapılmaktadır. Sokaktan avluya giriş ise, büyük ve küçük-baş hayvanlar ile araba girişlerine izin verecek büyüklükte yapılan “koca kapı”lardan yapılmaktadır. Evlerin yönü hep kıbleye doğrudur. Büyük Hacı Mehmet Ağa’nın evi, Hacı Ö-mer, Hacı Ahmet ve Hacı Yahya Ağaların evleri ile Ali Ağanın oğlu Hüseyin Ağanın evleri ha-nay türü evlerin olgunlaşmış örneklerinden sayılabilir.

ÇARDAK'TA GÜNDELİK HAYAT

ÇARDAK’TA GÜNDELİK HAYAT

Çardak halkı, köken itibariyle konargöçerlikten gelme bir halk olmasına rağmen yerleşik hayata çok çabuk intikal etmiştir. Bugün, yaşlılarla yaptığımız sohbetlerde, göçebe hayatına dair hafızalarda pek fazla bir hatıra bulamadık. Yalnız yaşlı bir kadından sohbet esnasında “Kumalı Yaylası” adını işitmiştik. Çocukluk çağımızda geçen bu sohbette adı geçen yaylanın, konu ile ilgili kaynakları araştırdıkça, Çölabad Türkmenlerinin mazilerinde önemli bir yere sahip olduğunu gördük. İleride ayrıntılarıyla irdeleyeceğimiz bu konuyu bırakıp asıl mevzua dönelim.

Çardak halkı geçimini bugün tarım ve hayvancılıktan sağlayan bir halktır. Eskiden hayvancılığın daha baskın olduğunu söylemek mümkündür. Bundan yaklaşık elli sene öncesine kadar mevsimine göre dağlarda ve ovalarda çok sayıda koyun keçi sürüleri vardı. Hatta “öğrek” denilen bir de at sürüsü mevcut idi. Bu at sürüsü, harman ve çift sürme işleri bittikten sonra kış boyunca kendi kendine otlaması için halkın kırlara bıraktığı atlardan oluşuyordu.

Hanbat ovası veya Hanbat kırı, yer üstü ve yeraltı su kaynaklarının kıtlığından dolayı sulu tarıma izin vermez. Tahıl üretimi yapılır. Kısıtlı bir bölgede yeraltı sularından faydalanılarak pancar gibi sanayi bitkilerinin de tarımı yapılmaktadır. Ayrıca, maymun dağı eteklerindeki uygun topraklarda bağcılık ve kavun karpuz ziraati de yapılmakta idi. Burada geçmiş zaman sigası kullanıyoruz, çünki bu bitkilerin ziraati yakın zamana kadar yapılmakta idi. Son zamanlarda bağcılık ve bostancılık ziraatı ekonomik olmadığından adeta terk edilmiştir. Tahıl ziraati ise halen yapılmaktadır.

En az kırk yıl öncesine kadarki gündelik hayat, hatırladığımız veya yaşlıların bize anlattıklarına göre şöyle idi;

Haziran ortalarında başlayan harman işleri eylül ayı başlarında nihayete erer, bundan sonra kış hazırlıkları başlardı. Bu işler arasında bina bakımı, yani evlerin ahırların yıkık dökük yerlerinin tamiri, duvarlar ile toprak olan dam üstlerinin sıvanması, yıl boyunca tüketilecek unun, Beylerli veya Kaklık civarındaki su değirmenlerinde öğütülmesi, tarhana, bulgur, nişasta yapımı, bağ bozumu ve pekmez yapımı sayılabilir.

Harman kaldırıldıktan yani harman işleri bitirildikten sonra, önce unluk ve bulgurluk buğday ayrılır, elendikten sonra, mahalle çeşmelerinde veya Çardağın yukarı kesiminde bulunan ve “yortu” denilen mevkiindeki su ile yıkanır, kurutulur, çuvallanırdı. Bulgur yapımı için özellikle eylül ayının serinliği tercih edilirdi. Çünkü kaynadıktan sonra güneşe kuruması için serilen buğdayın, yakıcı ağustos güneşinde kavrulması istenmezdi. “Değirmenlik” de tabir edilen unluk buğday, uygun bir günde at veya öküz arabaları ile genellikle Beylerli köyünde bulunan su değirmenlerine götürülerek öğütülürdü. Genellikle diyoruz, bu değirmenlerin aşırı kalabalığından dolayı Kaklık civarında bulunan su değirmenlerine de gidilirdi.

Değirmene gelenler, bir günden bir haftaya kadar sıra beklemeyi göze alırlardı. Bu süre zarfında evlerden getirilen kumanyalar ile iaşe olunurdu.

Çardakta bağcılığın ticari amaçla yapıldığını söylemek mümkün değildir. Genellikle her ailenin ihtiyacına göre birkaç dönümlük bağı vardı. Bu bağlar, Çardağın batısında, dağdan ovaya doğru tatlı bir eğimle uzanan kumlu arazide bulunmakta idi. Bağ bozumu, başka yerlerde olduğu gibi şenlik havasında yapılmaz, genellikle her aile kendi bireyleri ile topluca bu işlemi gerçekleştirirdi. Bağ bozumuna çıkılırken evde de pekmez kaynatma işleminin tüm hazırlıkları bitirilmiş olurdu. En az bir hafta önceden pekmezin kaynatılacağı ocaklar ve kazanlar ile şıranın çıkarılacağı düzenek hazırlanmış olur, bağlardan arabalarda sepetler içerisinde getirilen üzümler doğrudan şıranın çıkarılacağı hatılların içerisine boşaltılır ve burada ailenin genç bireylerince çiğnenerek ezilirdi. Ezme işlemi ile şıra alınır ve sonra da üzümün posası, sirke yapılmak üzere su ile karıştırılarak küplere konurdu..Bağ bozumu ve pekmez kaynatma işlemi bir aileyi bir hafta ile on gün meşgul ederdi.

Hasat işleri bitirildikten sonra sıra ev ve ahırların bakımına gelirdi. Bu da ailelerin bir haftalık zamanlarını alan işlerdendi.

Çardak evlerinin inşaat malzemesi taş, toprak ve ahşaptır. Evler “yer ev”, “hanay ev” gibi iki türdedir. Yer evler, adından da anlaşılacağı üzere tek katlı, genellikle iki odalı ve toprak örtülü idi. Hanay evler ise iki katlıdır. Alt katı, un, bulgur, fasulye, nohut, tarhana vb. kışlık erzakın mu-hafaza edildiği geniş ve oldukça serin mekânlardır. Hanay evlerin üst katlarında iki oda bulunur. “Hayat” ve Çıkartma” adı verilen bölümleri vardır. Her odada bir ocak bulunur. Bu ocaklar ye-mek pişirme amaçlı olarak kullanıldığı gibi kışın da ısıtma amaçlı olarak kullanılırmış. Kulanı-lırmış diyoruz, çünkü soba, yirminci yüzyıl başlarında kullanılmaya başlanmış.

Yer ev olsun, hanay ev olsun, bunların temelleri, toprak seviyesinin en az bir metre yukarısına kadar taşla, bunun üzeri ise kerpiçle örülürdü. Duvarlar, yaklaşık üç buçuk dört metre yükseklik-tedir, bunun üzerine de uygun uzunluk ve kalınlıkta, yekpare ve tercihan ardıç kütükleri duvardan duvara belli aralıklarla uzatılır, kütüklerin üzerine de “pardı” denilen ve yine ardıç kütüğünden u-zunlamasına dilinmiş kalaslar ara vermeden sıralanırdı. Pardıların üzerine de, kovalık denilen yerden biçilen nispeten sert ve dayanıklı bir bitki türü “kova” otu serilir, bunun da üzerine killi toprak yayılarak, loğ ya da Çardak’daki ismiyle “yurgu” taşı gezdirilerek toprak sertleştirilirdi. Bu işlem, yağmur yağdığında damın akmaması için her sene tekrarlanırdı. İşte bina bakımı bu idi. Bu işlem bittikten sonra sıra iç duvarların sıvanmasına gelirdi ki bu, kadınlara mahsus bir iş idi. Kerpiç yapımında veya dam örtmekte kullanılan toprak, demiryolunun ova tarafında kalan meralardan kazılarak arabalarla getirilirdi. Bu toprağın özelliği hiç kum içermemesi ve iyi balçık vermesi idi. Bu topraktan yapılan çamurun içine, kuruduğunda çatlamaması için saman konurdu. Sıva için kullanılan toprak iki çeşit idi. Duvarların sıvanmasında kullanılan toprak ak toprak de-nilen ve tahminen asbest içeren bir tür topraktır. Kuruduğunda, sıvandığı yüzeye kireçle badana yapılmış gibi beyaz renk verirdi. Yaşam mekanlarının duvarları bu toprakla badana yapılırdı. Evlerin zemini ise başka bir tür toprakla sıvanırdı. Bu Toprak, “Gâvur kalesi” denilen tepenin güney yamaçlarında bulunan bir ocaktan alınır, ezilerek balçık haline getirildikten sonra ince bir tabaka halinde yaşam alanlarının zeminine sürülürdü. Bu şekilde, toprak olan zeminin tozarak etrafa dağılması önlenmiş olurdu.

Ekim ve kasım ayları, arpa buğday ekiminin yapıldığı aydır. Ekin ekimi için sonbahar yağmurları beklenir. Yağmurun yağması ile birlikte toprak arzu edilen tava gelir gelmez, ekin ekilmeye baş-lanırdı.Yaklaşık kırk sene öncesine kadar tarımda makineleşme pek yaygın olmadığından hayvan gücünden istifade edilirdi. Hambat ovasının Çardak halkına ait olan kısımlarında sulu tarıma imkân verecek herhangi bir su kaynağı yoktur. Yağmur yağarsa verimli hasat alınabilir. Yoksa bazı kurak yıllarda el emeği bir yana, ekilen tohumun dahi alınamadığı görülmüştür. Ayrıca top-rağın, özellikle Acıgöl çevresindeki toprağın tuzlu olması her türlü tarımı olumsuz yönde etkile-yen etkenlerin en önemlisidir.

Yukarıda belirtildiği üzere Hambat toprağı pek verimli olmadığından, tarlalar bir yıl ekilir, bir yıl da dinlendirilmesi için nadasa bırakılır. Nadasa bırakılan tarla, bir defa güz mevsiminde, bir defa da bahar yağmurlarından sonra olmak üzere yılda en az iki defa sürülür. Bundan amaç, toprağın yağışlardan azami derecede istifadesi ve yabani otların imha edilmesidir. Toprak ekime bu şekil-de hazırlanır. Mevsiminde ekim yapıldıktan sonra, artık iş Allah’a kalmıştır. Bol yağış olursa ü-rün bereketli olacak, ekenin yüzü gülecektir. Kısaca, ekim ayında ekin ekildikten sonra çiftçi tar-laya mahalli tabirle “ekin orağı” denilen ekin biçme zamanı gider.

Kış ayları erkekler için adeta boş aylarıdır ama kadınlar bu mevsimde de boş durmazlar. Ev işlerinin yanında ahırdaki hayvanların bakımı, sağmal hayvanların sağılması, sütünün çeşitli şekillerde değerlendirilmesi, vb. işlerde arta kalan ( ! ) zamanlarında da yün eğirme, çorap, kazak, eldiven örme gibi kış giysilerinin üretimi de kadınların kışın yaptıkları işlerdendir.

Çardakta su şebekesi yanılmıyorsak 1969 yılında kurulup evlere su verilmeye başlandı. Bundan önce evlerde içme ve temizlikte kullanılan su, her mahallede bulunan çeşmelerden kovalarla evlere taşınırdı. Bu iş de kadınların yaptıkları işlerdendi. Bu çeşmelerin suları Maymun dağında bulunan ve “ göz” denilen mevkideki tek bir kaynaktan alınıyordu. Bu kaynağın, çok kurak yıllarda bile kurumadığını, sürekli ve bol su verdiğini yaşlılardan dinledik. Bugün mevcut nüfus için yetersiz kalan bu su, Hambat ovasında açılan kuyulardan alınan yeraltı suları ile karıştırılarak şebekeye verilmektedir. Çeşmelerde akan fazla sular mahalle halkının bahçe sulamasında kullanılır, bazen su nöbeti yüzünden kavgaların çıktığı da olurdu. Mahallelinin birbirlerine ile olan yakın akrabalıkları, bu kavgaların husumete varmasını önlemiştir.

Radyonun, Televizyonun pek yaygın olmadığı günlerde erkekler için sosyal muhit, kahvehaneler,
kadınlar için ise çeşme başları idi. Kahvehanelerde toplanan erkeklerin ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve neler ile vakit geçirdiklerini söylemeye gerek yoktur. Çünkü hadise dün nasıl cereyan etmiş ise bu gün de aynen cereyan etmektedir. Kadınlar için ise durum çok farklıdır.

Çardakta son zamanlarda (1960’lı yıllar) üç çeşme vardı. Musalı, Koltukçulu, tam ismini hatırlayamadık ama kalaycı mahallesindeki çeşme. Bu çeşmeler, mahalle halkının hem içme ve kullanma sularını aldığı, hem hayvanlarını suladığı ve bu sırada çeşme başı sohbetlerinin yapıldığı, günlük hadiselerin tartışıldığı, âşıkların kaçamak da olsa haberleşme fırsatı bulabildikleri sosyal mekânlar idi. Köydeki günlük olaylar, yani günlük dedikodular çeşme başlarında kadınlar arasında teati edilir, buradan tüm köy halkına yayılırdı. Kadınlar arasındaki bu koyu sohbetler, mahallenin ileri gelen ve nispeten yaşlı erkeklerinin gazabını celp eder,
Buradaki kadınları hiddetle azarlarlardı. Bu takdirde kadınlara düşen, başlarını eğerek sessizce evlerine dönmeleri idi. Çünkü o zamanın sosyal terbiyesi bunu icap ettirmekte idi. Bu gün, aynı şartlar mevcut olsa, aynı davranış hoş görülürmü? Sanmıyoruz.



Çeşmeden akan fazla sularla, mahalle halkının bahçeleri sulanırdı. Sulamada, centilmenliğe dayanan bir nöbet sistemi mevcut olsa da zaman zaman buna uyulmadığı, genellikle birbirlerine akraba olan mahalle kadınları arasında şiddetli kavgaların görüldüğünü eskiler naklediyorlar.

Her ev, geniş bir alan üzerine oturtulmuştur. Evin önü genişçe bir avlu, avlunun etrafında da ahır, samanlık, kümes, ekmek evi gibi tek katlı yapılar vardır. Avlu duvarının dışında kalan yaklaşık bir veya daha fazla dönümlük bir alan bahçe olarak düzenlenmiştir. Bu bahçelerde domates, fa-sulye, patlıcan, biber, soğan, sarımsak, kabak, salatalık vb. sebzeler ile kayısı, erik, nar, dut, iğde, armut, elma, incir, vişne, kiraz gibi meyveler de çeşni kabilinden yetiştirilirdi. Bu ürünleri her aile kendi ihtiyacı için üretir, ticari bir gaye güdülmezdi. Bunlar mevsiminde taze olarak tüketil-diği gibi, fasulye, patlıcan, biber gibi sebzeler ile armut, erik, elma, vişne gibi meyveler de kuru-tularak kışın tüketilirdi. Bahçe sulamasında kullanılan su, yine “göz” denilen mevkiden gelirdi. Bu sudan çeşmelere verildikten sonra artan bol miktardaki su nöbetleşe olarak bahçelere verilirdi. Sulama nöbeti her bahçeye yaklaşık on beş günde gelirdi. Su dağıtım işi, köy meclisi tarafından genellikle yoksul bir aileye düşük bir ücretle verilir, bu aile de köyün bütün bahçelerine maktu bir ücret karşılığında su verirdi. Bu işe bakan kişiye “civar” denirdi. Civarlar mevsimlik tutulurdu.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Çardak Türkmenlerinde Doğum ile İlgili Gelenek ve Görenekler

DOĞUM İLE İLGİLİ GELENEK VE GÖRENEKLER

Düğünden birkaç hafta sonra ilgili ilgisiz, birçok kadın, kaynanaya bir münasebetle “gelinin daha bir şeyinin“ olup olmadığını -güya kimse duymasın diye- yavaşça sorarlardı. Bu “bir şey” den kasıt, gelinin hamile olup olmadığı idi. Eğer gelin hamile ise işler yolundadır. Ayrıca, doğacak bebek ailenin ilk torunu olacak ise, gelin özel bir ilgi ve ihtimam görür, hamileliğinin keyfini sürerdi.

Hamilelikten önce veya hamileliğin başlarında doğacak bebek için giysiler hazırlamak, çeşitli
eşyalar almak uğursuz addedilmiştir.

Hamileliğin sonlarına doğru, nineler, teyzeler ve halalar doğacak bebeğe elde çeşitli giysiler hazırlamağa başlarlar. Bu giysiler gerçekten pek sanatkârane, el emeği göz nuru giysilerdir. Bunların örnekleri bazı evlerde, sandıklarda hala muhafaza edilmekte olsa gerektir.

Bundan elli altmış sene önce, köylerde ve hatta kasabalarda değil doktor, bir sağlık memuru veya bir ebe bulabilmek pek mümkün değildi. Bu nedenle ebelik işi, bu işte ehil olan nispeten yaşlı hanımlar tarafından yapılmakta idi. Bu hanımlardan ikisini tanıyoruz. Biri Çardak’ın “Köçmen Nene”si olan Hatice nine, diğeri de “Kör Emine “lakabıyla bilinen Emine Taşel idi. Köçmen nene 1955 Bulgaristan Muhaciri idi. Bu nedenle asıl ismi adeta unutulmuş, Çardak ağzı ile “Köçmen nene” olarak bilinir olmuştur. Bunların her ikisi de pek muhterem ve hamiyetperver hanımlar olup, halkın sevgisini kazanmışlardı.

Doğum sancıları başladığında derhal bu hanımlardan birisi çağırılır, o da her işin bırakıp yardıma koşardı.

Yeni doğan çocuk yıkandıktan sonra, teninin kokmaması için vücudu tuz ile ovulurdu. Eskiden, Çocuğun göbeği kesildikten sonra, dinine bağlı olsun diye cami avlusuna gömülürmüş. Biz böyle bir olaya şahit olmadık.

Çocuk doğumdan sonra eli ayağı, kısaca bütün vücudunu sıkıca saracak şekilde kundak bezi ile kundaklanarak annesine verilir. Bugün olduğu gibi kullanılıp atılan bezler olmadığından, eskiden
bebek altını ıslattığında, çocuğun rahatsız olmaması için toprakla kundaklanırdı. Bunun için gerekli toprak da “Karatoprak” denilen mevkiden kazılır, içindeki zararlı maddeler elekten geçi-rilerek atıldıktan sonra kullanıma hazır hale getirilirdi. Kundak için kullanılmadan önce de, bir kapta ısıtılır, bu şekilde çocuğun rahatsız olmaması sağlanırdı.

Doğan çocuk oğlan ise, ailenin sevinci daha bir başkadır. Ancak yine de kız veya oğlan, çocuğun cinsiyetinin mesele yapıldığına şahit olmadık.

İlk çocuğun adı, genellikle ailenin büyüğü olan dede tarafından konurdu. Seçilen isimler, daha önce vefat etmiş aile büyüklerinin isimleri olduğu gibi, “umumi arzu” üzerine yaşayan aile büyüklerinin isimleri de olurdu. Ayrıca, o günlerde ünlü olan siyasi ve asker kişilerin isimlerinin
de çocuklara isim olarak verildiği sık rastlanan hadiselerdendir. Bunlara örnek olarak Rıza Bey’in çocuklarına, o günlerde pek ünlü olan meşrutiyet kahramanlarının isimlerini verdiğini görmekteyiz. Bunlar; Resneli Niyazi Bey, Enver Paşa ve o günlerin sadrazamı olan Sait Paşanın isimleridir.

Bütün bunlara rağmen Çardak halkının isim haznesi konusunda zayıf olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü istatistik tutulacak olsa, halkın taşıdığı isimler genellikle elliyi geçmez. Bunların da çoğunluğunu Mehmet (Muhammet değil!..), Ali, Hüseyin, İsmail, İbrahim, Fatma, Ayşe, Hatice gibi Arapça kökenli isimler ile Sulur, Döndü, Durdu, Eşe, gibi Türkçe isimlerdir.
Şurası ilginçtir ki, Koltukçulu’da, daha doğrusu Topaloğlu sülalesinde (Ramazan, Recep, Abdullah, Abdurrahman) gibi Arapça kökenli isim taşıyan bir kimseye tesadüf etmedik.

Çocuğun ismi, ailenin büyüğü tarafından veya bu maksatla eve davet edilen cami imamının, çocuğun kulağına ezan okuyarak ismini söylemesi ile konur. Akabinde bir dua ile bu merasim sona erer.

Çocuğun dişleri çıktığında, bunu ilk gören çocuğa hediye alır. Ayrıca buğday veya mısırdan “diş hediği” kaynatılarak mahalleliye dağıtılırdı.

Çocuklar genellikle dokuz aylık olduklarında yürümeye başlarlar. Yürümekte geciken çocuklar için “köstek kesme” merasimi yapılır. Cuma günü, ezandan önce çocuğun ayakları ip ile bağlanır, ezan okunmaya başladığında bu ip çocuğun bir an önce yürümesi için dua edilerek kesilirdi.

Doğumdan sonra, konu komşu, uzak yakın akrabalar, eş dost “ çeşitli hediyelerle “çocuk görmeye” gelirlerdi. Bu hediyeler genellikle, çocuk giysisi, para, altın vb. şeylerdi.

Doğumdan sonra kırk gün geçmedikçe, bebek evden dışarıya çıkarılmazdı. Buna “kırk çıkarma”
denirdi. Çocuğun kırkı çıktıktan sonra da, çocuk görmeye gelenlere iade-i ziyaret babında çocuk gezdirilirdi. Bu adetler halen yaşamaktadır.

çardak'ta evlenme merasimleri, düğünler

ÇARDAK’TA EVLENME MERASİMLERİ, DÜĞÜNLER

İsmail Hakkı SAYIN
Çardak’ta evlenmeler her yerde olduğu gibi, hem görücü usulü ile hem de gençlerin birbirlerini bir vesile ile görüp beğenmeleri ile olurdu. Birbirini görerek beğenen gençler aile büyüklerine bu ilişkilerini açmadan bir müddet sürdürürler, uygun bir zamanda -genellikle erkek- ailesine açardı. Tabi iş bu raddeye gelene kadar gizli kapaklı görüşmeler, buluşmalar ve mektuplaşmalarla ilişki canlı tutulurdu. Sevgililer arasında haberleşmeyi, genellikle oğlanın veya kızın, sır tutmasını bi-len yakın bir arkadaşı veya yaşlı nineler ve yetişme çağındaki genç çocuklar sağlarlardı. Gençler arasında mektup getirip götürenlerin toplumda pek hoş görülmediğini ve bunları aşağılamak için de bu kişilere, haber getirip götüren anlamında “çaça” denildiğini de laf arasında belirtelim. Bu haberleşmenin yapılamadığı zamanlarda da Akla hayale gelmeyecek usullere başvurulurdu ki, bu mektuplaşmalara hayvanların da alet edildiği görülmüştür. Bunun nasıl yapıldığını ileride bir vesile ile anlatmak isteriz.

Gençler arasındaki gizli kapaklı görüşüp buluşmalar ilerleyip, ilişkiler “aşka” dönüştüğünde
Durum genellikle annelere açılır. Anneler kızı veya oğlanı beğenir ise mesele yoktur, ancak beğenmediğinde ise oğlanın annesini ve dolayısıyla babasını ikna etmesi gerekir ki bu da bazen oldukça uzun bir zaman alır. Gençler ailelerini ikna edemezlerse tek çare kalır o da; birlikte kaçarak emri vaki yapmak. Biz olayın bu veçhesinden ziyade sorunsuz olanını tercih ederek evlenme merasimini hikâye edelim.

Genellikle oğlan evi, önce kız evine, söz söylemesini bilen akrabadan yaşlı bir kadını, çevreye duyurmadan elçi olarak gönderir. Kıza talip olunduğu bu şekilde iletilmiş olur. Kız tarafının cevabı olumsuz olacak ise, elçi kadın “ben gelmedim, siz de duymadınız” diyerek olayın gizli tutulmasını rica eder. Eğer kız tarafının cevabı olumlu olacak ise, “buyursunlar “ denilerek elçi ile haber gönderilir. Olay bu aşamada da gizli tutulmaktadır. Oğlan tarafından kaynana, varsa görümce ve elçi kadın, kız evine bir gece “kız istemeye” giderler. Kız evi naz evi olduğundan yine hemen cevap verilmez. “Düşünelim, kızın fikrini soralım, danışalım” gibi sudan bahanelerle kesin bir cevap vermezler. Bu arada “kurban olsun, oğlunuzdan iyisine mi vereceğiz.” gibi sözlerle oğlan tarafını onore etmeyi de unutmazlar. Kız evi birkaç gün sonra oğlan evine hatırı sayılan yaşlı bir kadın akraba ile haber gönderirler. Cevap olumlu ise “buyursunlar” denir. Cevap olumsuz ise “kusura bakmasınlar kızın gönlü yok” bahanesine sığınılır. Kız tarafından olumlu cevap geldiğinde durum mahalleliye duyurulur. “Kız bitirme” yani söz kesme için bir gün kararlaştırılır. Kız bitirmeye, kız ve oğlan tarafları komşularına, uzak ve yakın akrabalarına haber vererek bu merasime davet ederler. Bu merasime mahalle camisinin imamı da çağrılır. Genellikle akşam namazından sonra, yatsı namazından önce davetliler ile birlikte topluca kız evine gidilir. Kısaca hoş beşden sonra asıl konuya geçilir. Olay böylece resmen duyurulmuş olur. Davetli hoca dua eder. Bu duadan sonra davetlilere lokum ve bisküvi ikram edilir. Kolonya tutulur. Daha sonra cemaat dağılır. Eskiden kız bitirme sırasında oğlan babası tarafından minder altına, o zamanki rayice göre “selamünaleyküm” akçesi konurdu. Bu adet şimdilerde ortadan kalkmış görünüyor. Kız bitirme merasiminde takı takılmazdı.

Bu şekilde evliliğe ilk adım atılmış olur. Bundan sonra nişan takılacaktır. Çocukluğumuzda bu merasimin sadece kadınlar arasında yapıldığını hatırlıyoruz. Nişandan önce kız ve oğlan tarafları birlikte Denizliye nişan esvabı görmeye gelirler. Nişanda kızın giyeceği giysiler ve takılacak ta-kılar kızın beğenisi de dikkate alınarak satın alınır. Nişandan önce bu takılar, görmek isteyen herkese gösterilir. Nişan eskiden genellikle Perşembe günü öğleden sonra kız evinde ve sadece kadınların iştirakiyle yapılırdı. Nişan merasiminde, işinin ehli olan kadınlar tef çalarak, türkü söyleyerek davetlileri coştururlarken, davetlilere siniler içerisinde çerezler meyveler ikram edilirdi. Bunlar yenildikten sonra çerez sinilerinin içerisine bozuk paralar bırakılır, Oyunlar oynanır. Oğlan tarafı da takı takardı.

Eskiden, laf olur diye genç kızlar nişanlılarına görünmemeyi tercih ederlerdi. Buna rağmen dü-ğünlerde, çeşme başlarında ve başka uygun ortamlarda görüşebilmek için çeşitli fırsatlar yarat-tıklarını da ayrıca belirtmeye lüzum yoktur.

Sonbahar mevsimi, düğün mevsimidir. Yaşlı kadınlar, genç bekârlara biraz da şakayla karışık “ömrün uzun, düğünün güzün olsun” diye dua ederlerdi. Sonbahar mevsimi, ürünün hasat edilip pazara çıkarıldığı ve dolayısıyla halkın ekonomik olarak rahat olduğu bir mevsimdir. Çünkü har-man kaldırılmış, bağ bozulmuş, ürünler satılarak paraya çevrilmiştir. Bu nedenle sonbahar mevsi-mi, düğün dernek için ekonomik olarak en uygun zamandır.

Düğün günü kararlaştırılırken aynı haftada birden çok düğünün olmamasına da dikkat edilirdi.

Düğün günü kararlaştırıldıktan sonra taraflar hazırlıklarını yapmaya başlarlardı. Düğünde ikram edilecek yiyecekler stoklanır, okuluklar alınır, kesilecek hayvanlar sürüden ayrılarak özel besiye alınırdı.

Düğünden yaklaşık on gün önce, yakın akrabaların da katılımıyla Denizli’ye düğün esvabı gör-meye” gelinirdi. Düğün ile yeni bir ev kurulmuş olacağından, bir evin neye ihtiyacı varsa onlar satın alınırdı. Satın alınan eşyalardan birkaçını saymakta fayda var. Birkaç sandalye, bakır kap kacak ve diğer mutfak eşyası, kazan, hamur leğeni, itaa denilen ve yufka ekmek yapılırken alta serilen yaygı, senit denilen hamur tahtası, saç, sini, karyola, boy aynası, cihaz sandığı, gelin ve damat tarafının, damat ve gelin kıza aldıkları giysiler, giysilik kumaşlar, düğün yemeğinde ihti-yaç duyulacak, yağ, şeker, pirinç, baharat vb. şeylerdir. Halı ve kilim çok önceden evlerde doku-nur veya satın alınmış olurdu. Bunların miktar ve kalitesi, ailelerin ekonomik kudretleri ile oran-tılıdır.

Satın alınan bu eşyalar köye getirildiğinde herkesin görüşüne açık olur, konu komşu alınan eş-yaları özellikle görmeye gelirlerdi. Düğün hazırlıkları en az on beş gün öncesinden başlardı. Davetiyeler düğünden bir hafta öncesinden dağıtılırdı. Davetiyenin adı Çardakta, “okuluk” idi. Okuluk olarak anne baba, kardeş, hala teyze, amca dayı gibi yakın akrabalara gömlek, entarilik basma, eteklik gibi manifatura mamülatı, diğer dost ve tanıdıklara ise yağlık, havlu dağıtılırdı. Kâğıt davetiye, Çardakta adet olmamıştır. Dağıtan birkaç kişi de küçümsenmiştir. Çarşamba veya Perşembe günü damadın arkadaşları, kendi eşekleri ile dağa düğün odunu getirmeğe giderlerdi. Bunlar, sabah düğün sahiplerince özel kumanyalar hazırlanarak dağa yolcu edilir, dönüşlerinde ise davul zurna ile ve kalabalık bir grup ile karşılamaya çıkılırdı. Karşılamaya giden gençlerden birisi çeşitli renk ve desenlerde oyalı yazma ve yemenilerle süslenmiş bayrak taşır, oduncular “yortu” denilen mevkiide karşılandıktan sonra hep birlikte düğün evine dönülürdü. Getirilen odunların bir kısmı doğrudan kız evine yıkılırdı. Odundan gelen gençlere düğün evinde yemek verilir, bazı bilmiş yaşlı nineler de bu gençlere “dağda odunu, evde kadını güzel “ diyerek iltifat ederlerdi. Odun parçalama işi “odun yarma” olarak adlandırılır. Odun yarma işinde zorlananlara da “odun budaktan, güzel dudaktan yarılır” denilerek yol gösterilirdi.

Perşembe günü baklava günü idi. Mahallede baklavalık yufka açmasını bilen maharetli kadınlar, düğün evinde toplanarak hep birlikte ve coşku içinde on beş yirmi sini baklava açarlardı. Baklava açma işi akşama doğru biter, siniler fırına genellikle genç kızlar ve gelinlerin başlarında ve davul zurna eşliğinde istasyonda bulunan fırına pişirilmeye götürülürdü. Baklavalar fırında pişerken, davul zurna da çeşitli oyun havaları çalar ortamı şenlendirirdi. Pişirme işlemi bittikten sonra yine aynı minval üzere düğün evine dönülürdü. Grup düğün evine döndüğünde baklava işini iyi bilen yaşlı bir kadın -ki genellikle düğün evini aşçısıdır- sinilere şıraları döker, sonra da baklavalar serin bir odada dinlenmeye alınırdı. Bu oda kilitli tutulur, kilidi bu işe memur edilen akrabadan bir kadının elinde olurdu.

Resmi nikâh genellikle Perşembe günü yapılırdı. Eski medeni kanuna göre hazırlıkları çok önce-den başlatılan nikâh işlemi de Perşembe günü nikâhın kıyılması ile sona ererdi. Nikâh işlemi şim-dilerde olduğu gibi fazla bir merasime tabi olmazdı. Kızın ve oğlanın ebeveynleri ile birkaç yakın akraba nikâhta hazır bulunur, kız ve oğlan taraflarının aile büyüklerinden birisi nikâh şahidi olur-du. Nikâh merasimi sona erdikten sonra taraflar evlerine dönerlerdi.

Cuma günü öğleden sonra davul zurnanın çalınmaya başlaması ile herkesin görebileceği bir yere bayrak asılırdı. Bayrak, o evin düğün evi olduğunun alâmetifarikasıdır. Bu şekilde düğünün res-men başladığı da ilan edilmiş olurdu. Davul zurna lafı, sözün gelişi olarak söylenmiştir. Çardakta düğünlerde zurnanın çalındığını duymadık. Düğünlerde, Avdanlı İbiş dayı ve ekibi çalardı. Or-kestrada, zilli davul, iki adet klarnet. Büğlü denilen trompet ve bir adet de trampet olurdu. Büğlü-yü, Büğlücü Osman lakabıyla anılan Osman Sarı, klarnetleri ise İbrahim Özbay (İbiş Dayı) ile oğlu çalardı. Davul çalan kişinin adını hatırlayamadık. Bu kişiler, işlerinin ehli olan sanatkâr in-sanlardı. Düğünlerde yerine göre, zeybek ve teke zortlatma havaları ile o günlerde meşhur olan şarkı ve türküler ve hatta marşlar icra ederlerdi. Köroğlu ve cenk havaları da repertuarlarında bu-lunurdu. Bu ekibin çaldığı parçalar içinde bizi en çok etkileyeni, gelin alma havası da denilen “gelin ağlatan” havasıdır. Bu hava adından da anlaşılacağı üzere gelin alma sırasında çalınır ki çok duygulu bir parçadır. İnsanın içini titretir. Bu hava meşhur Cezayir havalarının Çardak var-yasyonu olup, dinlediklerimiz içerisinde en güzel olanıdır. Maalesef notaya alınmadığından ve bu parçayı icra edenler de bugün terki hayat ettiklerinden tamamen unutulmaya yüz tutmuştur.

Neyse yine konuya dönelim, ikindi namazından sonra davul zurna eşliğinde gençler ve kadınlar kız evine de uğrayarak dövmelikleri alıp dövme dövmeye giderlerdi. Dövme işi biraz güç ve kuvvet gerektirdiğinden bu iş delikanlılara göre idi. Kendisini göstermek isteyen gençler şevkle çalışırlar, tokmağı şevkle sokkuya vururlardı. Tokmağın her vuruluşundan sonra soku başında duran bir kadın, çok seri bir şekilde, sokudan sıçrayan buğday tanelerini sokunun içerisine iter-ken bir taraftan da taneleri alt üst ederek buğdayın eşit bir şekilde dövülmesini sağlardı.

Soku, bugün Anadolu’nun her köyünde görülen ve herkesin istifadesine açık olan içi oyuk, uy-gun büyüklükte yekpare bir taştır. Bunlarda keşkeklik buğday, kurutulmuş biber, tuz, vb. şeyler dövülürdü. Dövmede kullanılan tokmak ise, sokunun bulunduğu yere yakın bir şahsın evinde muhafaza edilirdi. Çardakta, dört yerde soku taşı vardı. Bunlar, Koltukçulu mahallesinde, Musalı Mahallesinde, Kalaycı mahallesinde ve istasyon mahallesindeki meydanlarda bulunurdu ki, ha-len de aynı yerlerinde durmakta ve zaman zaman da aynı işleri görmeye devam etmektedir.

Dövme dövüldükten sonra düğün evine dönülür, ertesi gün yapılacak yemeklerin hazırlıklarına girişilirdi. Yemek yapma işleri kadınlara ait bir iş idi ve aşçı da istisnasız yaşlı bir kadındı. Bun-lardan tanıdıklarımız; Keziban Özkan, Selver Erdoğan, Fadime Sivrikaya, Fadime Güdücü, Me-dine Selçuk idi. Bunlardan birisi dışındakiler bugün itibariyle terki hayat etmişlerdir. Düğünlerde yapılan yemekler; etli nohut, yaprak sarması, keşkek çorbası ve Baklava idi. Yaprak sarması ime-ce usulü ile yapılırdı. Sarma harcı ve haşlanmış asma yaprakları, kadınların önlerine konur, neşe içinde ve en az iki kazan yapılırdı. Keşkek çorbasının yapılışı da ayrı bir özen isterdi. Bu hazırlık çalışmaları gece yarısına kadar devam eder, daha sonra herkes evlerine dağılırdı. Düğün sahiple-ri ve aşçı kadın, sabah ezanı ile birlikte kalkar, akşamdan hazırlanan yemeklik malzeme ocağa vurur, yemeği öğleye hazır ederdi.

Bu sırada düğün sahibinin kırgın veya küs olmasından dolayı düğün davetine icabet etmeyen ya-kın akrabalara davul zurna ile elçi gönderilirdi. Pek yaygın bir adet olmasa da bir düğünde şahit olduğumuz ilginç bir olay idi ki, zikretmeden geçemedik.

Posta treni, Afyon Denizli istikametinden kuşluk vaktinde Çardağa gelirdi. Bu tren ile gelecek olan okucuları karşılamak üzere davul zurna, trenin geleceği saatte istasyonda hazır bulunur, gelen davetliler ile birlikte düğün evine dönerdi. Okucular kafile halinde düğün evine geldikle-rinde, düğün sahipleri ve orada bulunan diğer yakınları tarafından karşılanır, kısa bir hoş beşden sonra öğle yemeğine alınırlardı. Yemekten sonra davul zurna genellikle o gün revaçta olan hava-ları çalarken kadınlar da ikinkiye doğru kız evine götürülecek olan kınanın hazırlıklarına başlar-lardı. Saat üçe doğru kına alayı davetliler ile birlikte kız evine doğru harekete geçer, davul zurna yol boyunca Köroğlu havaları çalarak ve gençler de oynayarak neşe içerisinde kız evine varılırdı. Kız evinde davul zurna uygun bir mekâna geçer, oyun havaları çalmaya devam ederdi. Bu sırada kadınlar, getirdikleri kına ve diğer armağanları kız evine teslim ederler daha sonra dışarıda oyna-yan gençleri seyre çıkarlardı. Çardak düğünlerinde, kadınların ve erkeklerin birlikte oyun oyna-maları adetten değildi. Gençler oyun oynarken kadınlar ve genç kızlar dam üstlerinde veya kendi-lerine tahsis edilen mekânlarda topluca oyunları seyrederlerdi. Oynayan gençlerin akraba ve arkadaşları oyun oynarlarken para çevirirlerdi. Para çevirme, davulcuya bahşiş mahiyetinde idi. Bir kısım gençler oyun oynarlarken bir kısmı da hem oynayanları seyreder hem de dam üstlerindeki genç kızları kaçamak bakışlarla süzerlerdi. Kızların da bu bakışlara bigâne kaldığı söylenemez. Zira buradaki görüşmeler, kesişmeler bir aşkın tevlidine sebep olacak mahiyette idi. Buradaki bakışmalarda, şimdilerdeki tabirle elektrik alınmışsa devreye “çaça” lar girerdi.

Kız evindeki bu gündüz eğlencesi ikindi sonrasına kadar devam ettikten sonra oğlan evine avdet edilirdi. Konuklara sunulan akşam yemeğinden sonra içki içenlere içki ikram edilirdi. İçki içenler için ayrı yerler tahsis edilir, düğün sahiplerinin iz’an ve kudretine göre sırf bu gece için kiralanan keman, klarnet ve cümbüş gibi ince saz ekibi içki içenleri eğlendirirdi. İçki içenlerin kafaları saat dokuza doğru dumanlanırken, kız evine kına yakmaya gitmek için davul zurna da acele edin der-cesine “kalk gidelim” havası vurmaya başlardı. Bu havanın duyulması ile birlikte davetliler yavaş yavaş düğün evinin avlusunda toparlanır ve kına alayı neşe içerisinde yola koyulurdu. Seyir ha-linde iken davul zurna Köroğlu ve teke zortlatma havaları çalar, içki ile çakırkeyif olan gençler biraz da mübalağalı hareketlerle oynayarak, zıplayarak ve naralar atarak kız evinin yolunu tutar-lardı. Düğün alayı yolda katılanlarla birlikte biraz daha kalabalıklaşır, cemm- i gafur halinde kız evine ulaşılırdı. Buradaki eğlence iki, İki buçuk saat kadar sürerdi. Önce çekingen davranan da-vetliler, düğün sahiplerinin ısrarlı davetleri ile ve biraz da sıkılarak oyuna çıkarlarken zaman ilerledikçe bu sıkılganlık yerini coşkuya bırakırdı.

Dışarıda bu eğlence devam ederken, içeride de kadınların kendi aralarında kına gecesi eğlencesi de devam etmektedir. Yukarıda adlarını saydığımız veya sayamadığımız yetenekli tefçi kadınlar türkülerle ve oyun havaları ile çevreyi coşturmaktadır. Bir zaman böyle devam eden muhabbet ortamı, kına merasimi ile kesilmektedir. Burada, tef çalıp türkü okuyan kadınlar sanatlarını gös-termektedirler. Bunların söyledikleri hüzünlü kına havaları ile hem gelin kızı, hem annesini ve hem de davetlileri ağlatmakta, bir taraftan da geline kına yakılmaktadır. Bu arada da kına gecesi-ne iştirak eden hanımlara da kına dağıtılmaktadır. Bu merasimden sonra kadınlar, dışarıdaki eğ-lenceyi izleyebilecekleri bir yere çıkarak manzarayı “seyre dalarlar”.


Yaşlı genç herkes oyuna çağrılır, genellikle bu çağrı cevapsız kalmazdı. Her oyuna çıkanın akraba ve yakın arkadaşları oynayana para çevirirlerdi. Oyunlar tek tek olduğu gibi, çağrı üzerine dünürler, kayın biraderler, dayılar, amcalar vb. gruplar halinde de oynanırdı. Çardak düğünlerinde oynanan oyunlarda dünden bugüne pek fazla değişiklik görülmemiştir. Yani dün hangi oyunlar oynanıyorsa bu gün de aynı oyunlar oynanmaktadır. Ancak maharet gerektiren, pek az kişinin bildiği oyunlar bugün oynanmamaktadır. Unutulduklarını söylemek de mümkündür. Bunlardan bizim hatırladıklarımız; kirman oyunu. Feraye zeybeği ve topal oyunudur. Kirman oyunu teke zortlatma türünden bir oyundur. Ancak figürler farklıdır. Topal oyunu ise yanılmıyorsak esas olarak Eskişehir yöresine ait bir oyundur. Bu oyunu merhum Avdanlı İbiş dayı oynardı.

Kına gecelerinde seyirlik oyunların da oynandığını hatırlıyoruz. Eskiden daha yaygın oynandığını yaşlılarımızdan duyduk. Bu tür oyunların içerisinde en yaydın olan seyirlik oyun “Arap Oyunu” dur.. Bu oyunlar yaklaşık kırk yıldır oynanmıyor.

Kına gecesinin sonlarına doğru, damat ile sağdıcı oyuna çıkar. Davul zurna “harmandalı “ zeybeğini çalar. Damat bilse de bilmese de bu oyuna çıkmak zorundadır. Bu oyunda davetliler damada para iğnelerler. Daha sonra damadın arkadaşları da bu oyuna iştirak ederler. Bu oyundan sonra kına gecesinin bittiğini davul zurna “kalk gidelim” havası ile duyurur. Bu havayı duyan davetliler de yavaş yavaş evlerinin yolunu tutarlar.

Not düşmek bakımından belirtmeden geçemiyeceğimiz bir husus da, eskiden Çardak düğünlerinde At yarışlarının yapıldığı ve cirit oynandığıdır. Yaklaşık yüz kırk yıl önce vefat eden Hacı İsmail Ağa oğlu Ali Ağa’nın cirit oynarken öldüğü bu güne gelen rivayetler arasındadır. Düğünlerde yapılan cirit oyunlarında, at yarışlarında ve güreşlerde kazananların ödülü düğün sahibinin kudretine göre bir büyük baş veya küçükbaş hayvan olduğu söylenir. Pazar günü gelin alma günüdür. Sabah mutad işler görülürken kuşluk vakti bir berber damadı traş etmeye gelirdi. Bu traş işi de mutat bir merasimle icra edilir, berber traş için ücret almaz, hatırı sayılır bir bahşiş verilirdi. Damat, traştan sonra damatlıklarını giyerek konuklar arasında dolaşır, gelenleri karşılar, tebrikleri kabul ederdi. Kız evinde ise gelinin cehizi, herkesin görmesi için sergiye çıkardı.

Gelin günü, davetliler de hediyelerini kız veya oğlanın ailesine teslim ederlerdi. Bu hediyeler, tabak çanak türünden olduğu kadar para ve Cumhuriyet altını türünden de olurdu. Tabak çanak, sini, tepsi vb hediyeler, düğün sahiplerine “hayırlı olsun” dileği ile teslim edilirken, genellikle gelin ve damadın yakın akrabaları, para ve altın türünden hediyelerini, gelin veya damadın yakasına iğnelerlerdi. Bu hediyeler uygun bir zamanda ve uygun bir yerde çıkarılarak düğün sahiplerine teslim edilirdi.

Öğleden sonra, damat ve kalabalık bir grup davul zurna eşliğinde Cemallı mahallesindeki “Kava-ğın altı”na giderlerdi. Kavağın altı denilen yer Çardağın en eski kahvehanesidir. Söz konusu kah-vehane, Önündeki yaşlı çınar ağaçları nedeniyle bu isimle anılmıştır. Sıcak yaz günlerinde serin ve rüzgârlı havası ile sıcaktan bunalanların tek sığınağıdır bu mekân. İşte burada hava ve mevsim uygun ise düğünün son günü öğleden sonra, düğünün şerefine gençler güreş tutarlardı ve bu güreşler oldukça iddialı geçerdi. Hoş, bizim gençlik çağımızda bu adet ortadan kalkmak üzere idi ve bu gün tamamen ortadan kalkmıştır. Bu güreşler sırasında, güreşenleri coşturmak ve havaya sokmak için davul zurna genellikle pehlivan havaları ve köroğlu havaları çalardı Düğün sahibi, güreşin galibine bir armağan verirdi.

İkindiye doğru güreş alayı düğün evine avdet eder, hazırlıklar tamam olduktan sonra tüm davetlilerin iştiraki ile oluşan kalabalık coşku içinde kız evine gelin almaya giderlerdi. Yol boyunca gençler Davul zurnanın çaldığı oyun havaları eşliğinde oynayarak kız evine gelinirdi. Bu alayda sadece damat ve kaynana süslenmiş gelin arabası ile kız evine gelirlerdi. Kız evinde davul zurna genellikle kıvrak ve coşkulu havaları çalardı. Bu sırada içeride gelin, baba evini terk edeceği bu dakikalarda gözyaşları içerisinde ailesiyle vedalaşır, babası, yoksa en büyük erkek kardeşi gelinin belini kırmızı bir kurdela ile bağlardı. Damat ve yakın akrabaları da, gelini almak üzere vedalaşmanın bitmesini kapıda beklerlerdi. Kızın babası veya kardeşi gelini elinden tutarak damada teslim eder, damat da orada bulunan yaşlıların ellerini öperek gelin ile birlikte “gelin arabasına” binerler. Gelin arabasının arka koltuğunu gelin, damat ve kaynana, ön koltuğu ise genellikle görümce işgal ederdi. Gelin arabası hareket ederken gelinin akrabaları, arabanın üzerine buğday, şeker, madeni para saçarlardı. Bu dakikalarda. Davul zurna da “gelin alma”, yahut gelin ağlatma” havası çalmaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere bu içli ezgi, sadece Çardağa özgü olacak kadar orijinaldir. Esas itibariyle Cezayir havasıdır. Bilindiği üzere bu Cezayir Türküleri, Cezayir’in Osmanlı’nın elinden çıkması üzerine yakılmış baştan sona hüzün dolu ezgilerdir ki, Çardak gibi birçok yerlerde “gelin alma” havası olarak da icra edilmektedir.

Gelin alınmadan önce, gelinin cehizi arabalarla veya son zamanlarda olduğu gibi traktör römork-ku ile yeni evlilere tahsis edilen eve taşınır, kız evinden bazı yakın akraba kadınlar eşya ile birlik-te giderler, eşyaları yeni eve yerleştirirlerdi. Dolayısıyla gelin oğlan evine geldiğinde yeni evliler bu eve yerleşirlerdi. Bu ev, genellikle baba evinin bir odası olurdu.

Gelin, kız evinden alındıktan sonra oğlan tarafı kalabalık bir grupla birlikte oğlan evinin yolunu tutardı. Oğlan evine gelindiğinde, gelini karşılama sırasında gelin ve damat arabadan inmez, ka-yın baba ve kaynanadan “indirmelik” verilmesini bekler, indirmelik alındıktan sonra arabadan i-nerlerdi. İndirmelik olarak yeni evlilere tarla, bahçe, büyük veya küçükbaş hayvan vaad edilirdi. Vaad edilirdi diyoruz, çünkü burada verilen sözün yerine getirilmediği de çok olmuştur.

Yeni evliler arabadan indikten sonra gelin ve damat yeni evlerine geçerler, bir şerbet içildikten sonra damat dışarı çıkar, sağdıcı ve arkadaşları ile birlikte “güvey durma” merasiminin yapılacağı yere gidilirdi. “Güvey durma” âdeti çok eski bir adettir. Uygun bir yere seccade serilir, damat ve sağdıcı bu seccadenin bir yerinde kıbleye doğru dururlar, bu esnada bir hoca dua okur, “âmin” dendikten sonra damada burada da para iğnelerlerdi. Bu iş de bittikten sonra damat arkadaşları ile bir arkadaşının evine giderdi. Burada akşamın olması beklenir, akşam olunca kendi evine döner, akşam yemeği yendikten sonra yaşlı bir akraba ile birlikte yatsı namazına giderdi. Namazdan hoca ile birlikte dönülür, kısa bir dinlenmeden sonra çiftin dini nikahı bu hoca tarafından cari adetlere göre kıyılırdı.. Nikâh kıyıldıktan sonra konuklara bir bozulmamış bir tepsi baklava ikram edilirdi. Baklavalar yenildikten sonra gelin ve damat odalarına çekilirlerdi.

Pazartesi günü duvak günüdür. Bu merasime kadınlar iştirak ederler. Bu merasim düğünün son merasimidir, artık düğün bitmiş yeni bir yuva kurulmuştur.

Yeni gelin, kayın baba ve ailenin büyükleri ile konuşmazsa bu duruma “gelinlik etme” denir. O kişiler, geline birer hediye alarak bu duruma son verirlerdi.